Yokyer / Neil Gaiman

7 Ekim 2015 Çarşamba

Kitabın Adı: Yokyer
Özgün Adı: Neverwhere
Yazarı: Neil Gaiman
Türü: Fantastik, Macera
Goodreads Puanı: 4,16
Sayfa Sayısı: 371
Yayınevi: İthaki Yayınları
Basım Yılı: Gaiman, 1996
               İthaki, 2010
Çevirmen: Evrim Öncül

Arka Kapak Yazısı:
Genç ve iyi kalpli Richard Mayhew'un sıradan hayatı, bir kaldırımda karşısına çıkan yaralı genç kızın hayatını kurtarmasıyla sonsuza dek değişir. Bu iyilik Richard'ı var olduğunu hayal bile etmediği bir dünyayla –şehrin altındaki terk edilmiş Metro istasyonları ve kanalizasyonlarda gelişmiş karanlık bir yaşamla– tanıştırır. O artık, yarıklardan düşen insanların yaşadığı Aşağıtaraf'ın bir parçasıdır... ve eğer bildiği dünyaya dönmek istiyorsa, gölgelerin ve karanlığın, canavarların ve azizlerin, katillerin ve meleklerin şehrinde yaşamayı öğrenmek zorundadır...
Şu hayal gücü denilen şey olmasaydı ne olurdu, hiç bilmiyorum. Hayatlarımız çok sıkıcı olurdu, orası kesin; ama çok başka bir şey daha eksik olurdu: Bambaşka dünyalara açılan kapılar gibi; sayfaların arasından o dünyaların içine baş aşağı dalıvermişsin de, bir anda sen de o dünyadakilerden biri oluvermişsin hissi gibi bir şey.
Sabahattin Ali'nin kalemine sağlık, ne güzel söylemiş: "Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım," diye (gerçi bu sözün geçtiği kitapta bambaşka bir anlamı var ama, ben konumuza uyarladım biraz :D). Kurgu edebiyatı tutkunlarının hangisi öyle değil ki? Ben kendi kafamın yanı sıra başkalarının hayal edip kurduğu dünyaların içinde de yaşamak isterdim tabii, orası ayrı mesele. İşte Neil Gaiman da kafasının içine girmek istediğim insanlardan biri  ^_^
Yokyer, 1996 yılında bir mini dizi için Neil Gaiman tarafından yazılan bir senaryoyken daha sonra yine Neil Gaiman tarafından konusu daha da genişletilip kitap haline getirilmiş bir öykü. Çok güzel bir öykü. Kahramanımız Richard, Londra'da yaşayan, iyi bir işi ve güzel bir nişanlısı olan, hayatında her şeyin iyi gittiği sıradan bir insan. Biraz silik bir tip. Bir akşam sokakta yarı baygın ve yaralı bir kız görüp ona yardım etmesiyle hayatı tamamen değişiyor. Adı Door olan bu kız Richard'ın, hatta Yukarı Londra'da yaşayan hiç kimsenin bilmediği Aşağı Londra'nın kapılarını ona açıyor. Aşağı Londra, şehrin altındaki karanlık, terkedilmiş metro istasyonlarını, kanalizasyonları kendilerine mesken edinen insanların yaşadığı yer ve Richard hiç ummadığı bir anda birden oranın bir parçası oluyor. Aslında iki tane Londra'nın olduğunu öğrenince şaşkınlığı -haliyle- müthiş oluyor ama bu şaşkınlığını üstünden atamadan orada hayatta kalma savaşının ortasında buluyor kendini. Hayal bile edemeyeceği maceralara atılıyor, asla yapamayacağını düşündüğü görevlerin altından kalkıyor, Door'un yanı sıra Carabas, Avcı, Islington ve Kara Keşişler'i tanıyor, Aşağıtaraf'la arasında farkında olmadan güçlü bir bağ kuruyor. Kitap da -bence- çok güzel ve tatmin edici bir sonla noktalanıyor.
İlk yorumlamak istediğim şey, yazarın dili ve anlatımının yalınlığı. Neil Gaiman'ın hep yaptığı şey bu aslında; olaylara çok basit başlayıp aklınıza bile gelmeyecek şekilde devam etmek. Bu heyecan ve artan hayal gücüyle birlikte dili yalınlığını ve anlaşılırlığını kaybetmiyor, aksine bu ikisinin karışımıyla kazandığı etkileyiciliği de gitgide artıyor. Anlatmak istediğini en sade şekilde anlatıp da istediği etkiyi okuyucu üzerinde oluşturabilen yazar, başarılı bir yazardır. İşte Neil Gaiman da tam olarak bunu yapıyor. Hayran olmamak elde değil. Tabii yazarın dili kullanması ne kadar sade ve iyi olursa olsun, çevirmen kötüyse o kitap beş para etmez. Ben bu noktada çevirmenin de eline, emeğine sağlık diyorum; çeviri gerçekten çok başarılıydı bence. Hele kitabın adının çevirisine ba-yıl-dım! Çok yaratıcı ve çok yerinde bir isim, ben hayatta bulamazdım herhalde :/
Kitap beni o kadar içine çekti, bana okuduğum sayfaları öyle yoğun, sanki ben oradaymışım da bizzat tecrübe ediyormuşum gibi yaşattı ki; üzerimde bu denli etkisi olan kitaplar çok azdır. Ben kitabı yaşadım, resmen yaşadım. Yukarıda bahsettiğim gibi sayfaların içinden geçerek Aşağı Londra'ya kafa üstü çakıldım ve okuduğum süre boyunca da orada kaldım. Kitabı iki günde yalayıp yuttum ama bittiğinde de hızlı hızlı okuduğuma pişman oldum; çünkü oradan geri dönmek istemedim hiç. İşte okumanın zevkine böyle kitaplarla varıyor insan. Okumanın büyüsü burada. 'Başkalarının kafasının içine girmenin, orada yaşamanın' güzelliği burada. Bıraksanız ben daha çok konuşurum ama artık yazıyı bir yerlere bağlamak gerekiyor, değil mi? Hemen salyalarımı silip devam ediyorum.
Yokyer, yazarın okuduğum dördüncü kitabıydı ve en sevdiğim kitabı olarak -zaten bariz olduğu üzere :D - zirveye yerleşti. Birkaç ufak tefek pürüz de yok değil tabii, ama onlar diğer faktörlerin yanında gözardı edilebilecek şeylerdi. Gaiman daha çok yaşasın ve çok yazsın, biz de hep iyi hikayeler okuyalım sayesinde - tabii bir de İthaki sayesinde. Böyle iyi kitapları dilimize kazandıran, bu kaliteli, işini iyi yapan güzel yayınevi çizgisini hiç bozmaz ve hep böyle kitaplara yer vermeye devam eder umarım ^_^
Son olarak, Yokyer'i okumamış olan okurlar; Londra'ya yapacağınız bu çok farklı ve harika ötesi geziyi çok ertelemeyin ve siz de bir an önce oranın karanlık sokaklarında kaybolun. Yolunuzu bulmada şimdiden iyi şanslar...



2 yorum:

 
FREE BLOGGER TEMPLATE BY DESIGNER BLOGS